27 Mayıs 2012 Pazar


KANLICA YOĞURDU
Akşam işten eve döndüğümde, servisten indiğim noktada, Kanlıca yoğurdunun üretildiği  imalathane var.



Genelde, mutlaka buraya uğrar ya yoğurt alırım ya da günlük süt alırım. Eğer sahibi Uğur bey oradaysa, ağaçların altındaki 3-4 masadan birine oturur biraz sohbet ederiz.
Sohbet ettiğimiz mekandan fotoğraflar aşağıda :




Kendisine, her pazartesi blog yazısı yazdığımı ve bu hafta Kanlıca yoğurdu hakkında yazmak istediğimi söyledim. Bu konuda konuştuk, doküman aldım, bunları sizinle paylaşmak istedim, aşağıda okuyabilirsiniz. 
 Kanlıca yoğurdu, deniz ve orman havası kokar, kekik kokar çünkü süt Beykoz'un köylerinden gelir. Taze sağılmış ve sabah sütüdür.
Kanlıca yoghurt semells like the fresh air of sea forest and thyme because it’s made in dairy farms that produce exclusively for us and from the villages of Beykoz, freshly milked.   
Kanlıca yoğurdunun özelliği
Hiçbir katkı maddesi içermeyen taze ve günlük sütten yapılıyor, kültür mayası yerine doğal maya kullanılıyor. Geleneksel yöntemlerle ve ev yoğurdu kıvamında yapılıyor, isteğe göre pudra şekerli, reçelli, ballı dondurmalı olarak da verilebiliyor.
The specialty of the Kanlıca Yoğurt
It has been made with fresh daily milk, free of preservatives, and natural ferment instead of culture. Made traditionally and with a taste similar to a home made yoğurt , it can be served with powder sugar, jam honey and ice cream according to your taste.
Yoğurdun ve Kanlıca yoğurdunun tarihçesi
Yoğurdun ve yoğurtçuluğun tarihi bu topraklarda çok eskilere gitmektedir. Arkeolojik bulgular, antik metinler, efsaneler, şiirler üzerinden gidersek, Sümer masallarında 11 yy den başlayarak, Türkleşen Anadolu da ve özellikle Selçuklular’da, yoğurt ve ayran tüketiminin bir gelenek olduğu görülüyor.
Yine Osmanlı döneminde yoğurt sofraların vazgeçilmez ürünüdür. Bir fransız gezgin fetihten önce geldiği İstanbul’da ticaret yapan Türklerin, kendisine yoğurt adını verdikleri bir kase kesik süt ikram ettiklerinden bahseder. Kanlıca yoğurdu İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı saray sofralarının vazgeçilmez ürünü olmuştur.
Örneğin Sultan II. Beyazıt döneminde (1502) İstanbul’a giren mandıralardan gelme yoğurt çeşitlerinin arasında Kanlıca Yoğurdu’nun adı geçer. Yine 17 yy Evliya Çelebinin Seyahatname’ sinin önemli bir kaynak olduğunu kabul edersek, İstanbul’un meşhur yoğurtları arasında Kasımpaşa, Ortaköy, Üsküdar  ve Kanlıca yoğurdu’nun meşhur olduğundan bahseder.
Historical Background of Kanlıca yoghurt
The history of the yoghurt and the yoghurt maker goes a long way in our country. Going over archeological finds, ancient scripts, poems, writings and legends, the tradition of yoghurt and and ayran consumption can be traced back. Especially after the centry in Anatolia and dynasty of the Selchuk Turks.
The tradion was alive in the times of the Ottoman Empire as well. İt said that a Franch traveller, had visited İstanbul when it was still owned by the  Byzantian Empire, When he return, he told his friends about the solid peace of milk, the Türkmen merchands had served him while he was there. Even back in the time of SultanBeyazid II (1502) the name of the Kanlıca yoghurt has been recorded amoung the yoghurt varieties that had been sent to İstanbul from dairy farms outside the city.
The famous traveller Evliya Çelebi has also written about the famous districts for yoghurts in İstanbul which included the yoghurts of Kasımpaşa, Ortaköy, and Kanlıca. These were found his famous book Seyahatname (The book of travels) which can be regarded as an accurate historical text from the 17 th century.   

Bülent Baykal

20 Mayıs 2012 Pazar


KATILDIĞIM KITALAR ARASI YÜZME YARIŞI


Yarışmaya katılmak için;
Milli Olimpiyat Komitesi'nin internet sitesinden katılım formu dolduruyorsunuz, doktor raporu alıyorsunuz. Sonrasında, Ataköy tesislerinde havuzda seçmeler yapılıyor. Bu seçmeleri  geçtiğinizde yarışmaya girmeye hak kazanıyorsunuz. Dünyanın her yerinden katılım olduğundan ve profesyonel  kulüpler ve yüzücülerde katıldığından, katılımı 1000 civarında yüzücü ile sınırlı tutuyorlar, güvenliği sağlamak için daha fazla yarışmacı almıyorlar. Bu yüzden, seçmelerde çok fazla aday eleniyor. Havuzda  400 metreyi  çok hızlı yüzemezseniz eleniyorsunuz. Önceki yıllarda diplomalı bir yüzme antrenörü size kefil olup, seçmelere girmeden katılmanızı sağlıyordu. Bu sene kaldırmışlar bu yöntemi.
Yarışma öncesi;
6 ay  havuza giderek hazırlandım, önceleri  hiç durmadan 15 dakika yüzerken, yarışma günü yaklaştığında 75 dakikaya kadar çıkmıştım. Bu demektir ki, denizde de 1 saat 15 dakika yüzebilirdim.
Hedefimde buydu açıkcası, en fazla 1 saat 30 dakikada bitiririm diyordum.
(2 saat 17 dakika yüzdüm  J , ters akıntıya girdim onun için). Tabii sadece yüzerek hazırlanmadım, yoğun koşu ve ağırlık çalışması da yaptım. Yarışdan 1 hafta önce doğal ortamı görmek için boğazda denize girdim, hem çok üşüdüm, hem de kıyılarda çok fazla ters akıntı var, on kulaç atıyorsunuz bir kulaçlık mesafe ancak gidiyorsunuz. Bu yüzden moralim çok bozuldu ve yarış da başarılı olamayacağım hissi geldi ama bunu kimseye belli etmedim.  
Yarışmadan 1 hafta  önce, kulüpte yüzme ve dalgıç antrenörü olan ve bu yarışa daha önce katılan bir arkadaşımız, bize taktik verdi, nasıl yüzeceğimizi anlattı, her dediğini yaptım sadece tek bir önerisini yapamadım, bu da bana 50 dakikaya mal oldu. Galatasaray adasına çok yaklaşma ters akıntı var, açıktan geç demişti, bunu yapmak istedim ama yapamadım. Kendimi GS adasını geçer geçmez kıyıya çok yakın buldum.
Yarıştan bir gün önce Kuruceşme'ye gidip  numara alıyorsunuz, birde size bir çanta hediye ediyorlar, bunun içinde numaralı bone, zaman(süre) için takacağınız bir saat ve küçük bazı hediyeler var.
Eğer yarış öncesinde numara ve bone almazsanız yarışa katılamıyorsunuz.

Yarışmadan bir gün önce, iki saat arayla, büyük tekneler tüm yüzücüleri tekne ile yüzme parkurunu dolaştırıyorlar, yani Kuruçeşme'den sizi alıp Kanlıca'ya kadar götürüp getiriyorlar. Parkur gezisi yaparken, dönüşte Kanlıca'dan Kuruçeşme'ye kadar yunus balıkları bize eşlik etti. Eyvah, yarında bu adamlar  olursa yandık dedim. J  Çünkü denizde yunus balıkları ile bugüne kadar hiç yüzmemiştim.  Neyse ki korktuğum olmadı.  

Yarıştan önce ezcaneye gidip bir losyon aldım. Bu losyon koyunların yağından doğal olarak üretilmiş. Koyunlar, bu yağları sayesinde üşümüyorlarmış. Yarış günü bunu sürdüm, gerçekten hiç üşümedim.  Yarıştan bir  gün önce beslenmeme dikkat ettim, ağır şeyler yemedim. TRT1 in naklen yayın yapacağını öğrendim, arkadaşlarıma sabah çaylarınızı alıp TV nin başına oturun, beni seyredin dedim. Bir arkadaşım kahve içsek olmaz mı dedi.J
Yarıştan önce yine aynı şirkette çalıştığım ve daha önce bu yarışmaya katılan arkadaşlarımla yarış hakkında sohbet ettim, akıntıların  nerelerde olduğunu öğrendim, Kandilli ve Bebek'de kıyıya yaklaşma demişlerdi, buna çok dikkat ettim.
Yarış günü;

Yarıştan 2 saat önce hafif bir kahvaltı ettim. Çok ağır kokan kuyruk yağını sürdüm, artık yarışa hazırdım. 
Kanlıca'da oturuyorum, yarışta Kanlıca'dan başlayacak ama mecbursunuz Kuruçeşme'ye gideceksiniz,  onlar sizi tekne ile Kanlıca'ya getirecek. Daha önceden numara ve bone almama rağmen yöntem böyle.
Neyse, yola çıktım, sabah 7de Kanlıca'dan küçük motorlarla karşıya (Baltalimanı) geçip oradan bir vasıta ile Kuruçeşme'ye gideceğim. Baktım, Kanlıca çay bahçesinde, banklarda, motorların önünde 30 yaş civarında , yüzünden de yabancı olduğunu anladığım birisi oturuyor o saatte. Tahmin ettim, yüzmek için ülkesinden geldiğini düşündüm. Motora bindim, baktım bu arkadaş (Aaron Uhde) hala orada oturuyor. Gittim yanına konuştum, Amerika'dan yüzmeye gelmiş. Yarışın Kanlıca'dan yapıldığını bildiği için, Taksimdeki otelinden taksiye atlamış, Kanlıca'ya gelmiş. Bir gün öncede Topkapı Sarayı ve tarihi yerleri dolaşmış,  bone almamış, numara almamış, kayıt yaptırmamış, yani birşeyden haberi yok. Bir gün önceki parkuru gezdiğimiz tekne turunada katılmamış. Kısaca, yarış anını bekliyor Kanlıca'da.
Ona durumu anlattım. Kuruçeşme'ye gidip bone ve numara alması gerekiğini, kayıt yaptırmasını, sonrasında, görevlilerin bizi  Kuruçeşme'den alıp  Kanlıca ya getireceklerini anlattım.
Neyse, biz iki kişi sonunda motora bindik ve Kuruçeşme'ye doğru yola çıktık. Aaron'ın üç çocuğu varmış. Atlanta'da bankerlik yapıyormuş. Profesyonel yüzücüymüş. Koyu bir sohbetten sonra Kuruçeşme'ye vardık. Aaron kayıt yaptırdı ve orada ayrıldık.

Yarış için hazırlandım, gözlük ve bone taktım, bileğime çantada daha önce verdikleri saati taktım. Bu saati yarış bittiğinde yerdeki zemine değdiriyorsunuz ve sizin dereceniz anında otomatik olarak finish deki panoda beliriyor.
Büyük teknelerle, Kuruçeşme'den (Boğaz Köprüsü'nün Avrupa ayağı)  Kanlıca'ya doğru (Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün Asya ayağından 1 km kadar  Karadeniz'e doğru) yola çıktık.

Teknede, Aaron yeni tanıştığı kişileri benim yanıma getirip benimle tek tek tanıştırdı. Benim sayemde yarışa katıldığını yoksa diskalifiye olacağını, Amerikaya döndüğünde eşine ne söyleyeceğini anlattı onlara. Eşi o kadar yol gittin yüzmeden geldin diyecekmiş, çok zor durumda kalacakmış.
Tekne ile yarışın başlayacağı,  Kanlıca'ya gelene kadar 3-4 kişi getirdi yanıma ve hepsine aynı şeyi anlattı. 
Tekneler Kanlıca'ya ulaştı. Ailem beni bekliyordu burada, Aaron burada da konuştuğu herkese bu yarış için Amerika'dan geldiğini ama neredeyse yarışmaya katılamadan geri döneceğini anlattı. Ben de, bunun normal bir insani olay olduğunu, yüzücü olduğunu anladığımı ve yarışın Kuruçeşme'den başlayacağını yoksa diskalifiye olacağını söylemek için yanına gidip olayı anlattığımı bunu her insanın yapacağını, özel bir şey yapmadığımı anlattım. Herhalde Amerika'da böyle yapmıyorlar. Yani onu orada bırakıp motora binip kendim mi gitseydim, diskalifiye olacağını bile bile.
Yarış başladı
Yarışta hedefler var. En önemlisi, Anadolu Hisarı'nın önünde bir tekne bekliyor, oraya 40 dakikada gidemezseniz dikalifiye oluyorsunuz. O noktaya 40 dakikadan önce gittim. Yukarıda, helikopterler sürekli dönüyorlar, SAT komandoları motorlarla sürekli dolaşıyorlardı. Ayrıca 100 civarı profesyonel yüzücü, can kurtaran olarak denizdeydi. Yoruldunuz ya da kramp girdi, eliniz kaldırmanız yeterli hemen SAT komandoları gelip sizi denizden çıkarıyorlar ve diskalifiye oluyorsunuz.

Yarışın başında çok tıkandım, havuzda da baştan böyle oluyordu sonra açılıyordum dert etmedim. Kalabalık olduğu için biraz geç atladım, geride kaldım, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün altında gölge var, oraya geldiğinizde güneş yok oluyor ve çok değişik bir his kaplıyor sizi. Tam o an, iki yakaya da kafamı çevirip baktım (Asya'ya ve Avrupa'ya) çok değişik bir duygu. Köprüyü biraz geçtim, baktım solumda deniz altında bir karartı, dün parkuru gezerken  gördüğüm yunusları düşündüm, yunus güzel bir balık, havuzda  beraber olduğum anlar oldu ama doğal ortamlarında acaba nasıllar, insan yinede heyecanlanıyor. Yanımdaki karartı bir türlü yok olmuyor. Durdum, yanımdaki karartı da durdu. Baktım bir adam, elinde deniz kamerası çekim yapıyor. Hangi TV kanalındasın dedim.
Ben özel çekim yapıyorum dedi. Yani işi gücü bıraktık sohbete başladık. J 
Neyse, ben devam ettim yüzmeye o da beni izlemeyi bıraktı. Başkalarına gitmiştir, bu adam beni konuşturuyor sürekli soru soruyor diye J 
Galatasaray Adası'na kadar geldim, sanıyorum 1 saat 30 dakika civarı bir süreydi. Bundan sonra biraz ileride Kuruçeşme finish noktası vardı. 10 dakikalık bir yolum kalmıştı. Burada hata yaptım, adaya çok yaklaştım, adayı biraz geçince kendimi kıyıya çok yakın ve ters akıntıya doğru yüzerken buldum.
Burayı biraz anlatmak istiyorum.
Buraya gelene kadar hiç durmadan 1 saat 30 dakika civarı yüzmüşsünüz, zaten canınız çıkmış ve burada akıntıya karşı yüzmek zorunda kalıyorsunuz. 60 kişinin hemen hemen tamamı bu noktada elini kaldırıp denizden toplandı. Aslında normal şartlarda benim de çıkmam lazımdı . 10-15 kulaç atıyorsunuz ve hala aynı noktadasınız, hiç ilerleyemiyorsunuz.
Burada büyük mücadele verdim, çünkü yarışı bitireceğimi söylemiştim herkese J
Yüzüyorum yüzüyorum gidemiyorum. Bu arada, SAT komandaları motorla sürekli gelip sizi alalım mı motora diyorlar, hayır devam ediyorum yüzmeye diyorum, ama ilerleyemediğimi görüyorlar, ters akıntı çok yoğun. Zaten yorgunluktan ölmüşüm, bunun üzerine kulaç hızımı ve tempomu iyice arttırdım. 50 dakika daha, resmen deniz ile boğuştum. Benim biraz önümde, bir yüzücü aynı durumdaydı oda pes etmedi ve biz nihayet finishe geldik. Önümdeki kız finishe geldi merdiveni çıktı ve bayıldı yorgunluktan. Bende çıktım, kolumdaki saati zemine değdirdim. Tebrikleri kabul ettim.
Benden sonra 4 kişi daha yarışı bitirdi ve deniz trafiğini gemilere açtılar. 3 dakika daha geç bitiseydim diskalifiye olmuştum. Sıralama ve derecem Milli Olimpiyat Komitesinin sitesinde şu an yayınlanmış duruyor. 
Panoya baktım adımı soyadımı gördüm, derecemi gördüm. Gittim yarışı tamamlama sertifikamı aldım.
Orada şöyle yazıyordu "Kıtalararası yüzücü ünvanı almaya hak kazanmıştır."





Bülent Baykal

13 Mayıs 2012 Pazar


ÜNİVERSİTE BİTİRME TEZİM
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, üniversite bitirme tezimle ilgili yazıma başlıyorum. Bu yazımın amacı, bitirme tezimi anlatmak değil, o yıllardaki bilişim teknolojileri hakkında genç bilişimci arkadaşlarıma bilgi vermektir. Bu yazıyı sadece onlar için yazdım.
Bundan sonraki yazılarımda, mesleğimle ilgili veya teknik bir yazı yazmayacağımı belirttim, bu konuda bu son yazım olacak. Tüm yazılarım, ilk yazdığım blog yazım gibi yada hayatın içinden bir şeyler olacak.


Başlıyorum,
                O yıllarda, üniversitelerde Bilgisayar Mühendisliği  henüz eğitime başlamamıştı. Matematik Mühendislerine son sınıfa gelene kadar (Matematik Mühendisliği, matematiğin uygulama alanları demek  olduğu için)  matematiğin geçtiği her konuyu ders olarak okuttular. İktisat, işletme ekonomisi, ekonometri, mühendislik dersleri, devre analizi, otomatik kontrol, matematik, mekanik, sistem (bilgisayar programlama ve sistem analizi, tasarım) dersleri okuttular.
Son sınıfta Matematik Mühendisliği üç bölüme ayrıldı. Son sınıfa gelene kadar, okutulan matematik derslerinin  ortalaması en yüksek olanlar son sınıfta bitirme ödevini matematik konulu, mekanik derslerinin  ortalaması daha yüksek olanlar  fizik konulu, sistem  derslerinin  ortalaması daha yüksek olanlar  sistem konulu bitirme tezi  almak zorundaydılar. Bitirme tezi konuları fakülte tarafından panoya  asıldı, bizde seçim yaptık. Toplamda 64 ders okuduk. Bu 64 ders içinde, sistem(bilişim) dersleri  oldukça fazlaydı.  
 Böylece bir Matematik Mühendisi, neden bilgisayarla ilgili bitirme tezi alır sorusunu da  yanıtlamış oldum.
Üniversite bitirme tezim, “Maliyet Muhasebesinin Bilgisayara Uyarlanması”  konusuydu.
Yukarıdaki çok özet bilgiden sonra, aşağıda yazdıklarımı genç bilişimci arkadaşlarımın okumasını  tavsiye ederim. 
Anlatıyorum.
O zamanki  büyük bir lastik fabrikasında, tüm üretim süreçlerinin analizini yaparak mamul-ebat maliyetlerini  çıkarmak için çalışma yaptım. Yani traktör lastiği maliyeti, binek oto lastiği maliyeti, kamyon lastiği maliyeti gibi.
Bunun için 2-3 ay fabrikaya gittim, zaman zaman fabrikada kaldım. Maliyete etken tüm süreçleri çıkardım.
Sıra geldi bu analizin programlamasına,
FORTRAN  programlama dilini ders olarak okuduğumuzdan, bu dili kullanarak  programlama yaptım.
Esas anlatmak istediğim bundan sonrası aslında, fakat bundan önceki bilgileri vermeseydim eksik bir şeyler kalacaktı.Bu yazıma aslında buradan itibaren başlamam gerekiyordu, bundan öncesini okumasanız da olurdu.
Peki üniversite bitirme tezim ile ilgili programı nasıl yazdım, o tarihte masaüstü bilgisayarlar yok, laptoplar yok.
İstanbul Teknik Üniversitesinin Maçka binasında, merkezi  tek bir bilgisayar vardı.
Taşkışla binasında kart delme makinaları vardı.
Delinecek kartları (fotoğrafta) Kırtasiyecilerden satın alıyorduk.

Bu kısmı iyice anlatmak için önce şimdiyi anlatayım.
Bir program yazmak için laptopumuzu açarız, programı yazmak için o programlama dilini yazacağımız ortama gireriz, programı yazarız, bu diyelim ki 1000 satırlık bir program olsun.
Sonra bu programa bir isim veririz, çalışması için bu programı derleriz  ya da diğer ismi ile compile ederiz, ya da create ederiz. Program çalışmaya hazır hale gelir. Bu yazdığımız program örneğin stokları bulacaksa, gider stok dosyasından stok kayıtlarını okur ya da kar zararı bulacaksa, gider muhasebe dosyalarından ilgili kayıtlar okur, hesaplamaları yapar ve kar zararı verir. Ekrana görüntü olarak da getirebilir, isteniyorsa kağıda liste halinde çıkarabilir.
Şimdi  bitirme tezimi yazdığım zamana dönüyorum.
İşin analizini yaptıktan sonra, algoritma ve yöntem oluşturduktan sonra, sıra programı yazmaya geldiğinde,  programı önce defter kağıdı üzerine yazıyorduk, yazılan bu programı bilgisayar ortamına aktarmak için, kırtasiyecilerde satılan delikli kartlar vardı (fotoğrafta).

1000 satırlık bir program için 1000 adet delikli kart satın alıyorduk, aslında 1500 adet alıyorduk,
diğer 500 adet delikli karta verileri deliyorduk. Mesela hesap planı için şimdi, dosyalardan okunuyor, o zaman bu dosyadaki bilgileri, verileri, kartlara delip bilgisayara tanıtıyorduk.
 Sonra bu 1000 adet delikli kartı yanımız alıp Taşkışla binasına gidip kart delme makinalarının başına oturuyorduk (dersler varken bunu yapamazsınız, boş zamanlarda yapabiliyorduk). Programdaki (defter kağıdına yazdığımız) her satırı, bir delikli kartlara (fotoğrafta) yazıyorduk.
Delikli karta nasıl delinir ve bu kartlar ne işe yarar ?
Taşkışla binasında, daktiloya benzer fakat daktilodan çok daha büyük bir kart delme makinası vardı.
İlk önce deleceğimiz kartı buraya yerleştiriyorduk. Sonra makinanın tuşlarını daktilo gibi kullanarak bu kartı deliyorduk. Örnek olarak, program  satırında “READ DOSYA”  yazsın.  Biz  tuşlardan “R” ye bastığımızda delikli kartta, mesela farklı 3 delik açılsın, bu 3 delik R harfi demek yada “E”  bastğımızda kart delme makinası kartta farklı yerlerde 2 delik açıyordu, bu “E” demekti (fotoğrafta )
Bu kartlara, kart delme makinasında programın her satırını tek tek işliyorduk. Sonra bu 1000 adet kartı alıp Maçka'daki ana bilgisayar binasına gidiyorduk.  
Bundan sonrası daha da ilginç
Ana bilgisayar binasında iki operatör çalışıyordu. Sistem odasının hemen önünde bir camekan vardı. Yazdığımız programı, delikli kartlara delerek, bu örnekte 1000 adet delikli kartı, camekanın önüne koyuyorduk. Bu işlemi günde en fazla 2 kere yapabilirdik, öğleden önce ve öğleden sonra.
Bu şu demek :
Operatörler, bu 1000 adet delikli  kartı alıp, bilgisayara tanıtmak için ana bilgisayarın kart okuma gözüne yerleştirirlerdi. Yani bu yükleme, şimdiki derleme (compile, create) etmek oluyor. Biz şimdi bir programı onlarca kez derleyebilirken, o zaman günde sadece iki kere derlenebiliyordu. Öğleden önce, öğleden sonra.
Diyelim ki sabahtan programımızı kartlara delip camekanın önüne koyduk, operatörlerden bunu sisteme yükleyerek compile etti. Delikli kartlara delerken bir kartta yanlışlık yaptığımızda mesela “E” yerine “A” yazdığımızda, camekanın önünde bir sayfalık , ana bilgisayarın verdiği bir liste oluyordu. Burada program kod hatalarını görebiliyorduk. Şimdi programı yazdığımızda hatalı kodu derlediğimizde yada compile ettiğimizde compile veya derleme listesinde görüp, hemen programa gidip “A” yı “E” yapıp hemen yine derleyebiliyoruz. Bu işlem bizim birkaç saniyemizi alıyor.
O tarihte düzeltmeyi şöyle yapıyorduk. Camekanın önünden hata listesini alıp hangi satırda hatalı kodlama yaptıysak, o satırlardaki kartları yerinden çıkarıp, bunların yerine yenisini delmek için tekrar Maçka binasına gidiyorduk. Bu hatalı satırları tekrar düzgün delip Mesela “READ” yerine “REED” yazdıysak bunu düzeltip tekrar Taşkışla binasına geliyorduk ve öğleden sonra bizim kartlar  bilgisayara yükleniyordu. Yani ikinci kez compile veya derleme işlemi yapılıyordu.
Programda hiç kodlama hatası yoksa ve mantık hatası da yoksa camekanın önünde sayfalarca print out yada liste görebiliyorduk. Benim örneğimde lastik ebad maliyetlerini veren listeler.
Sonra bunu kitap haline getirip fakülteye teslim ettik, sonrasında heyet önünde sözlü olarak savunduk, soruları cevapladık.
Özet olarak, hem dosyalardaki verileri hemde program satırlarını delikli kartlara delip sisteme okutuyorduk. Listeleri veya program sonucunu bu şekilde alabiliyorduk.Günde iki kere derleme olanağımız vardı. Debug olanağımız hiç yoktu (mantık hatalarının tespiti).
SONUÇ: Şimdiki  bilişimciler hem program kodlamada hem debug yöntemlerinde hemde test ve hata ayıklamada, kısaca program yazma süreçlerinin her aşamasında çok şanslılar.     
Bülent Baykal

5 Mayıs 2012 Cumartesi


İZAFİYET TEORİSİ (Genel görelilik)  bize ne anlatır.
Uzaklık görelidir, zaman görelidir.
Hareket görelidir. Yani trenin hızı duran bir kişiye göre farklı, hareket halindeki bir kişiye göre farklı hissedilir. Işığın hızı evrendeki en yüksek hızdır.
Yüksek hızlarda, hız arttıkça zaman yavaşlar, uzunluklar kısalır.
Işık enerjinin bir biçimidir.
Genel görelilik teoremi, uzay-zamandan oluşan dört boyutlu bir evren modelini anlatır.
 Bu dört boyutlu evreni, normal şartlarda düşünmek zordur, anlatımı matematikseldir.
Genel görelilik, aynı zamanda çekim kuramıdır, uzayın eğriliğinden oluşan bir çekim.
Uzay, zamanı da içine alan bir dört boyutludur.
Uzay yoğun kütle tarafından bükülmüş, eğrilmiştir.
Genel görelilik çok büyük ölçeklerdeki uzay-zaman yapısıyla ilgilidir.
Işığın doğrusal yolla yayılmadığını, güneş gibi büyük kütleli yıldızların çevresinden geçerken büküldüğünü ortaya koyar.
Evrenimiz genişliyor; bunu genel görelilik kuramı söylüyor.
Görelilik kuramı, zaman ve uzayın birbiriyle ayrılmaz biçimde bağlı olduğunu belirtir.
Uzay, zaman olmazsa bükülemez. Bu nedenle zamanın bir şekli vardır.
Özel görelilik kuramı, hiç bir fiziksel etkinin ışıktan daha hızlı yayılamayacağını anlatır.
Işık, Dünya'dan Ay’a bir saniye, Güneş’e sekiz dakika, bir galaksiden diğer bir galaksiye milyarlarca yıl da ulaşır.
Işık herhangi bir çekim alanı içinden geçerken düz bir çizgi de gitmez.
Işığın çizebileceği en kısa yol bir eğri, ya da büyük bir çemberdir.
Madde toplanması ne kadar yoğun olursa, bunun sonucu olan uzay-zaman eğrilmesi o kadar büyük olur. Einstein'in evreni  sonsuz değildir.
Einstein evreninde doğrular yoktur; yalnız büyük çemberler vardır.
Uzay sonsuz değildir, fakat sınırsızdır. Sanıyorum burada şişen bir balon örneği verilebilir. Balonun dış yüzeyi hep vardır ve sonludur. Ne kadar genişlese de bir sonu vardır fakat genişlediği ortam sınırsızdır.Uzay sanırım burada balon oluyor. Peki uzayın dış yüzeyi,  yani genişlediği ortam nedir??
Bu sorunun cevabını bende bilmiyorum. Öğrenince buraya yazarım.
 Albert Einstein nasıl düşünüyordu.(İzafiyet teorisini ortaya koyarken)
Buraya kadar olan, yukarıdaki satırlarda, aslında tüm izafiyet teorisini özetledim. Bundan sonraki satırlarda, Albert Einstein'in izafiyet teorisini oluştururken, nasıl düşündüğünü gösteren, düşünce modelini ortaya koyacağım, aşağıdaki satırlar bizim,  Albert Einstein'i daha iyi tanımımızı sağlayacaktır. Bu satırlarda İzafiyet Teorisini anlatmayacağım. Sizden ricam, aşağıdaki satırları okurken, roman okur gibi hızlı hızlı okuyup geçmeyin , her cümlenin üzerinde uzun uzun düşünün, yazıya öyle devam edin.

Einstein'in düşünce kalıpları aşağıdaki gibiydi yani bu şekilde düşünerek izafiyet teorisini oluşturdu.
Anlatıyorum,
 Fizikte bazı kavramları söyleyip geçemeyiz, bunları sağlam temeller üzerine oturtmak gerekir.
 Örnek olarak, "Mesafe" deyip devam edemeyiz bunu sağlam temeller üzerine kurup izah etmemiz gerekir. Ya da "uzayda bir nesnenin konumu" dediğimiz zaman bunu izah etmemiz gerekir.


Mesafe deyince ne anlamalıyız?  Mesafe,  fiziksel olarak katı bir cismin üstündeki iki işaret tarafından belirlenir. Çok basit gibi ama katı cismi söylemek gerekir, söylemezsek tarif tam olmuyor.


Uzayda herhengi bir nesnenin konumu deyince ne anlamalıyız?Ya da bir olayın görünüşünü tarif etmek ne demek?
Fiziksel olarak anlatılınca şöyle oluyor. O nesnenin ya da olayın çakıştığı katı bir cisim (referans olarak kullanılan cisim), üstündeki noktanın belirlenmesine dayanıyor. Örnek olarak Taksim Meydanı'nın  yer belirlemesini incelersem şu sonuca varırız. Yer belirlenmesinin ait olduğu katı cisim dünyadır. Taksim Meydanı,  kendisine bir ad verilmiş ve olayın uzayla çakıştığı iyice tariflenmiş bir noktadır.
Şu sonucu elde ettik, uzayda her olayın tarifi, bu olayların kendisine göre tariflendiği katı bir cismin kullanılmasını içerir.
Bunu bir örnekle açıklarsak, Taksim Meydanı'nın üstünde sabit bir bulut dursun, hareketsiz bir bulut. Taksim Meydanı'nın, dünya yüzeyine göre yerini, buluta kadar yükselen ve meydana dik bir direk dikerek belirleyebiliriz. Birimsel ölçme çubuğu ile ölçülen direğin uzunluğu, direğin ayağının konumunun belirlenmesi ile birleşince, bize tam bir yer belirlemesi verir.
Bu örneğe dayanarak, yer belirlemesinin kendisine göre yapılacağı katı cisme öyle bir ek yapıldığını düşünüyoruz ki, konumunu saptamak istediğimiz nesneye bu ek aracılığı ile ulaşılmaktadır.
Nesnenin konumunu belirlerken belirlenmiş referans noktaları yerine bir sayıdan (burada ölçme çubuğu ile ölçülen direğin uzunluğu) yararlanırız.

 Mekaniğin amacı, cisimlerin zamanla uzayda konumlarını nasıl değiştirdiklerini tarif etmektir. Yukarıdaki cümle çok anlaşılır aslında ama fizikçiler olaya şöyle bakar. Burada, konum ve uzaydan ne anlaşılacağı açık değil. Bunu Einstein şöyle anlatmış: Düzgün olarak hareket etmekte olan bir tren vagonunun penceresinden durup, yere fırlatmadan bir taş bırakıyorum, sonra hava direncini hesaba katmadan taşın düz bir çizgi çizerek düştüğünü görüyorum. Aşağıda bu hareketi izleyen yaya, taşın parobolik bir eğri çizerek yere düştüğüne dikkat ediyor. Şimdi soruyorum, taşın düşerken geçirdiği konumlar gerçekte bir düz çizgi mi yoksa bir parabol mu oluşturuyor? Daha da ötesi burada uzayda hareket ile ne demek isteniyor.
 Sonuç:  Vagona sabit bir biçimde yerleştirilen koordinatlar (x,y,z) sistemine göre taş düz bir çizgi, yere (toprağa) sabit bir biçimde yerleştirilen koordinatlar sistemine göre de bir parabol çizmektedir.

 "Hareket" deyip geçemeyiz, bunu tarif etmek gerekir. Hareketin tam bir tarifini verebilmek için cismin durumunun zamanla nasıl değiştiğini belirlemeliyiz. Yani yörüngesindeki her nokta için, cismin ne zaman o noktada olduğunun belirlenmesi gerekir.

Fizikte Zaman Fikri Üzerine:
 Tren yolumuzun üstünde birbirinden uzak A ve B noktalarına aynı anda yıldırım düşsün. Bu cümle anlamlı mı?  Evet anlamlı, diyeceksiniz iki noktaya aynı anda yıldırım düşüyor. Mekanik veya matematikçiler için yukarıdaki cümle hiç de göründüğü kadar kolay değildir.


Einstein bu soruda şöyle düşünmüş, kendi ağzından anlatıyorum.

Gerçekte bu olayın olup olmadığını keşfetme olanağına sahip oluncaya kadar böyle bir kavram fizikçi için yoktur. Bu nedenle her iki yıldırımında aynı anda düşüp düşmediğini karar verecek bir yöntem getiren aynı anda lık tarifine ihtiyaç vardır.
Böyle bir kavram olmadığı sürece kendi kendimi kandırdığımı düşüneceğim. Einstein diyor ki, her iki yıldırımın aynı anda düşmesi ne demek? Bir süre düşünüyor ve bir öneri getiriyor (aynı anda lığı ölçmek için). Öneri şu, rayların üstünde, bu iki A ve B noktalarını birleştiren çizgi ölçülmeli.
Bu AB uzaklığının orta noktası bulunmalı (M noktası olsun).
Bu orta nokta M ye, bir gözlemci otursun. Bu gözlemciye A ve B noktalarını aynı anda görebileceği bir düzenek sağlansın (Örneğin 90 derece açıyla iki ayna) sağlanmalı. Eğer gözlemci aynı anda yıldırımların düştüğünü görürse bunlar aynı anda dır.

Einstein devam ediyor anlatmaya.

 Bu öneriyi çok beğendim ama soruna çözülmüş gözüyle bakamıyorum. Sorun şurada, Işığın A dan M ye geliş hızıyla, B den M ye geliş hızının aynı olduğunu bilmiyorum. Çünkü burada ışık hakkında hiçbir varsayımda bulunulmuyor. (Yani, eğer ışık bu noktalardan, orta M noktasına aynı hızla geliyorsa sorun yok, gözlemci aynı anda bu noktaları gördüğü için, aynı anda yıldırım düşüp düşmediğini ölçecek ama ışık A noktasından daha hızlı geliyorsa, B noktasından daha yavaş geliyorsa ne olacak. A noktasındaki yıldrım düşmesini daha çabuk görecek.)

Bu sorunu çözmek için Einstein şunu öneriyor. 

Bunun için aynı yapıdaki saatlerin, A B ve C noktalarına konulduğunu, bunların ibrelerinin, aynı zamanda aynı olacak biçimde ayarlandıklarını farz edelim. Bu koşullar altında bir olayın zamanının, olayın hemen yanındaki(uzayda), bu saatlerden birinin üstünde okunan işareti (yelkovanla akrebin durumu) olduğunu anlıyoruz Bu şekilde gözlenebilen olaya bir zaman değeri verilebilir.
 Böylece fizikte zaman tarifine varmış olduk.

 İkinci Blog yazım için daha önce, Albert Einstein'in İzafiyet Teorisi (Görelilik kuramı),  zamanın dördüncü boyut olması ne demek, zaman bükülebilir mi?  Ayrıca şimdiki gençlere (Bilgisayar Mühendislerine) çok ilginç gelecek, üniversite bitirme tezimi anlatacağımı yazmıştım .
İlk ve son defa böyle teknik bir yazı yazacağımı , bundan sonraki tüm yazılarımın hayatın içinden olacağını belirtmiştim. Bitirme tezim hariç diğerlerini yukarıda anlattım.

 Üniversite bitirme tezim: Maliyet Muhasebesinin Bilgisayara Uyarlanması  konusuydu.(Bu konu Üniversitenin seçtiği bitirme tezi konularından sadece bir tanesiydi, ben bunu seçtim, yani bu başlığı kendim oluşturmadım.)  İsterseniz bunun ile ilgili resim ve detayları Üçüncü blog yazımda anlatayım.Çünkü bu da uzun sürebilir.
Bu yazıyı yazma amacım, Üniversite bitirme tezimin herkes tarafından öğrenilmesi  değil, şimdiki genç Bilgisayar Mühendisi arkadaşlarıma ilginç gelecek, o zamanki teknolojileri anlatmaktır.
Bülent Baykal